''İnsanın yozlaşma belirtisi, insanın sevgisizliğiyle başlar.'' Yaşar Kemal
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
"Toplumdaki yozlaşma belli bir raddeyi geçtiğinde kanunlar da kifayetsiz kalır." Aliya İzzetbegoviç
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
''Yaratılışın en üstünde zannolunan insan alçalarak yine hayvanlığa yaklaşıyor. Biz ilerleme, olgunlaşma bekledikçe aşağı hâle geliyoruz. Çünkü tekâmülün de şartları vardır. Onlar bozulunca yozlaşma başlar.'' Hüseyin Rahmi Gürpınar
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
"Devletin, içine düştüğü yıkılış ve çöküş uçurumunun derinliğini ve dehşetini göremeyen zavallılar, doğal olarak ciddi ve gerçek çözüm yolunu görmemek için gözlerini yumarlar. Çünkü, o ciddi ve gerçek çare, kendilerini daha çok korkutur. Akıl ve anlayışlarındaki sınırlılık, karakter ve ahlaklarındaki zayıflık ve yozlaşma gereği böyledirler." Gazi Mustafa Kemal Atatürk
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
''Akıl, oran olarak küçüldükçe ruhtaki yozlaşma büyür.'' Jean-Jacques Rousseau
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
''Şu da unutulmamalıdır ki, devletlerin çöküş sebepleri her zaman ahlaki çöküşle başlar. Güce, zenginliğe kapılan yöneticiler yozlaştıkça devlet yozlaşır, yozlaşma büyüdükçe de çöküş başlar.'' İbn-i Haldun
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
''Ekonomi sihirli değnek! Milli ekonomi çökertilirse ülkede önce ahlak zayıflıyor, kişisel hırslar artıyor, gemisini kurtaran kaptanlar, köşeyi dönen memurlar çoğalıyor. Ardından da kültürel yozlaşma geliyor...'' Banu Avar
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
''Ah ! İnsan toplumlarının amansız yürüyüşü! Yürüyüş sırasında ki insan ve ruh kayıpları ! Yasanın yok ettiklerini yutan okyanus ! Dayanışmanın lanet olası çürüyüşü! Ah , ahlaki yozlaşma!'' Victor Hugo
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
''...gerçekte durumundan hoşnut, mutlu insan ne kadar da çoktu! Ne üstün bir güçtü bu! Şu hayata bir bakınız: Güçlülerin küstahlığı ve asalaklığı, zayıfların cahilliği ve ağzı var dili yok halleri; etrafta sınırsız yoksulluk, darlık, yozlaşma, sarhoşluk, ikiyüzlülük, yalan... Oysa bütün evlerde, caddelerde sessizlik ve sükûnet egemen. Şehrimizde yaşayan elli bin kişiden bir tanesi bile çığlık atmıyor, isyan etmiyor. Biz, yiyecek satın almak için pazara giden, kendi saçmalıklarını konuşup dinleyen, evlenen, ölülerini sessiz sessiz mezarlığa taşımaya çalışan, gündüz yemek yiyip gece uyuyan insanları görüyoruz. Oysa acı çeken insanları, hayatta, kulis arkalarında olup biten korkunç şeyleri görmüyor, duymuyoruz. Her şey sessiz ve sakin; ortada sadece dilsiz istatistiklerin protestosu var: Şu kadar insan aklını oynattı, şu kadar litre içki içildi, yetersiz beslenmeden şu kadar çocuk öldü vb...' Anton Çehov
@Sevda052 ай бұрын
🌹
@TheEnd.12212 ай бұрын
Halimiz, Ahvalimiz ❤
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
Din'dar olacaktık dini dar olduk. Dini dar olunca bak kindar olduk. Sevginin yerine nefreti koyduk Hoşgörü tevazu saygı kalmadı! Tekin Baba
@TheEnd.12212 ай бұрын
Rıza tevkifen felaket bağı siirinide dinleriz belki sizin sesinizen🙏
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
Ormanın derinliklerinde yürümekte olan bir avcı ağaçlardan biri üzerinde bir levha görmüş. Levhanın üzerinde şu sözler yazılıymış: “Taşları Yemek Yasaktır !” Bu alışılmadık uyarı karşısında avcı meraka kapılmış. Levhanın asılı olduğu ağacın önündeki ayak izlerini takip etmeye başlamış ve izlediği yol onu bir mağaraya götürmüş. Mağaranın ağzında bir derviş oturmaktaymış ve avcı yeterince yaklaştığında konuşmaya başlamış: -Zihnine takılan soruyu biliyorum. Şimdiye kadar taşları yemeyi yasaklayan bir uyarı levhası hiç görmedin, çünkü insanların taş yemeye zaten ihtiyaçları yok. İnsanları zaten yapmaya eğilimleri olmayan bir konuda uyarmak niye ? İnsanlar arasında taş yeme adeti yoktur, onlara yapmayacakları şeyi yapma demenin ne anlamı var ? Ancak şuna dikkat et: İnsanlar arasında adet haline gelmiş öyle davranışlar, öyle alışkanlıklar vardır ki, bunlar insan için tıpkı taş yemek gibidir. Eğer zararı bakımından düşünürsen taş yemekten daha çok zarar veren işlerdir bunlar. Bunlar taş yemek kadar budalaca, insanın öz niteliklerine yabancı tutum ve davranışlardır. Eğer insanlar acınacak haldeyse,insanlar arasında zulüm,haksızlık,merhametsizlik,yozlaşma ve ihanet hüküm sürüyorsa bunun sebebi; insanların sanki yermişçesine yedikleri bunca nesneden, taş yemeye mümasil ( benzeyen) tavırlardan doğmaktadır. Senin levhayı gördüğün yerde bir pınar olmuş olsaydı ve ben oraya “Su Zehirlidir” yazsaydım sen bunu manalı bir söz sayacak, yerinde bir uyarı kabul edecektin. Büyük bir ihtimalle de benim ayak izlerimi takip edip buraya gelmeyecektin. Çünkü yasaklanan şey aklına uygun gelecekti. Gerçekte suyun zehirli olduğunu yazan insanın emrine uymuş olacaktın. Kendi aklına uyduğunu sanarak benim keyfime uygun davranmış olacaktın. Ama orada taş yemeyi yasaklayan bir levha gördün ve acaba bunun hikmeti nedir diye kendine bir yol açtın. Ben de sana gerçekte insanların yaptıkları birçok işte taş yemeye benzer davranışlar gösterdiğini ve aslına bakılırsa taş yediklerini söyledim. Eğer söylediklerimi anladıysan aramızda hakikatin bir parçası tecelli etti. İşte Allah’ın insanlar için gönderdiği emir ve nehiyler (yasaklar) böyledir. İnsan ancak bu emir ve nehiylerle hakikatin nasıl tecelli edebileceğini öğrenebilir. Eğer Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeylerle ilk karşılaşan insan bunu tabî karşılarsa, aklına uygun bulursa bu emir ve nehiylerden hiçbir şey öğrenemez. Ama bazı izleri takip edip bu emir ve nehiylerin nelere tekabül ettiğini öğrenebilirse hakikate varabilir. İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olandan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o “şey” olur. O şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak. İsmet Özel
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
"MÜZELİK ŞİİR'İN" İNSANLARI - Abdurrahim Karakoç'a saygıyla: Biz "Müzelik Şiir'in" İnsanları... Aslında bizler toplumsal sahtekârız. Çünkü bizler bu ülkede doğduğumuz günden beri hep başkalarının aklıyla düşündüğümüzden, kendi aklımızla düşünme cesaretini bir türlü kendimizde bulamamış fertleriz. Bizler, evinin kapılarını arka bahçesine dahi kapamış ve gözlerini iç âleminden çekmiş bir nesiliz. Çünkü “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersiyle, Allah’ı, peygamberi ve bütün dinlerin tarihini bilmek kâfi görüldü bize. Ve “Namaz kılmakla Müslüman olunmaz, sen kalbime bak, kalbim temiz!” diye zihnimize telkin edilen " kendini aldatarak" ayakta kalma inancı! Bu zavallı inanç kırıntısı bizim aklımızla düşünürken, kendimizi unutmamıza yetiyordu. Bu yüzden her birimiz hayatı ve gerçekleri kendi aklımızla değil, okullarda bize öğretilenlerde arayıp bulmaya çalıştık. Fakat bize öğretilenlerle hayatın gerçekleri tenakuz arz edince anladık ki, bize okulda gerçekleri öğretmiyorlardı. Bilâkis, gerçekleri görmememiz için gözlerimizi bağlıyorlardı. Ve bizden hep başkalarının aklıyla düşünmemizi istiyorlardı. Bizler, kendi aklımızla düşündüğümüz zamanlarda nedense hep suçlu hissettik kendimizi. Bu suçtan kurtulmanın çaresi, yine başkalarının aklıyla düşünüp hareket etmekti pek tabii ki. Bunun da bir bedeli vardı; “ikiyüzlülüğü” iyi becerebilmekti. Çünkü bu dünyada bir yerlerde tutunmak istiyorsak, "ikiyüzlü" olmamız gerekiyordu. İşyerinde, fakültede, ya da san'at camiasında sevmesek de seviyormuş gibi yapmalı, yüzlerine gülmemiz gerekiyordu hiç hazzetmediklerimizin bile. Böylece durmadan kendi kendimizi aldattık. Bu sebeple kim bizden daha çok nefret ediyorsa, kim kuyumuzu kazıyorsa, bu kadar alçaklığı başarıyla yapıp hayatta yükselebildiği için âdeta ona taptık! Biz, bize bildiklerimizi unutturanlara bağlandık. Danıştığımız, aklına güvendiğimiz hocaları dinleyerek hazırladık geleceğe kendimizi. Kendi aklımızla düşünmekten o kadar uzağız ki, bize kurulan hile ve tuzakları bir türlü göremedik. İstikbal diye sarıldığımız gayelerin bir tükeniş olduğunu idrak edemedik. Biz, onların aklıyla düşünürken, onlar da bizim hafızamızı ve düşlerimizi emdiler. Bize ne sunulduysa iştahla onu yedik. Sanki biz kendimizi, hafızamızı ve kimliğimizi başkalarının yönetmesine izin vermekle görevli varlılardık. Üstelik bu aptallığımız için de kendimi çok zeki sanıyorduk! Fakat bir gün geldi böyle yaşamaktan da bıktık. Komşu ninemiz bile ara sıra takma dişlerini çıkarıyordu da, biz hep takma aklımızla geziyorduk! Kimseye çaktırmadan kâinatın ve varlıkların arkasında neler olduğunu düşünmeye başladık. İşte o vakit biraz anlamaya başladık ne kadar ikiyüzlü bir hayat sürdüğümüzü. Nice haksızlıklar karşısında dilsiz şeytanlar gibi sustuğumuzu.. Ancak bir müşkülatımız daha vardı ki, o da nice alçakların yüzüne cesurca tükürmek için önce kendi aklımızla düşündüğümüzü ilân etmemiz gerekiyordu. Oysa bu ülkede kendi aklıyla düşünmek en büyük suçtu. Gün oldu bu suça fena halde taktık! Şairler, bilginler, bilgeler arasında ne kadar zır deli, cesur, nihilist varsa hepsinin kitaplarını bulup okuyup, onlar adına çılgınlar gibi “Saygı günleri, anma günleri” tertip ettik. Onlar bu işin çilesini yüklenedursun, biz hiç olmazsa onların kahramanlığından mezarlık okuyucuları gibi dünyalık itibar kazanmaya çalıştık. Bunların içinde en delileri, zır delileri hep kendi aklıyla düşünebilenlerdi. “Amerika’nın Keşfi” filminin müziğini yapan Vangelis’in kabiliyetine hayran kalırken, yaşlı tayfanın “özgür ruhlar en tehlikeli olanlardır.” sözünü entellik adına bir kenara kaydettik. Kalbimiz haksızlıklar karşısında kükreyen o cesur çıkışlara, hep kılmayı tehir ettiğimiz namazlara, gitmeyi planlayıp gidemediğimiz diyarlara, ötelere doğru, bize bizden çok yakın, ama nedense hep uzak olduğumuz varlığa doğru hasretle uçup gitmek istedi. Oysa bize öğretilen bu hayatın içinde asla bunlara yer yoktu. Ya para kazanıp zengin olacaktık, ya da fakir kalıp dilenecektik! İstikbalimiz önemliydi. Sonunuz ya makam sahibi bir asil ya da asalak!
@AliSavasSahbaz2 ай бұрын
Hayatın mânâsını, ideallerimizi, insanlara merhameti omuzlamak yoktu bize sunulan hayatta. Çünkü çok iyi okumuştuk ki; deli şairlerin, yazarların, haksızlıklar karşısında isyankârların, bilgelerin suçu kendi akıllarıyla düşünmek ve yerleri de ya tımarhane ya da zindanlar olmuştu! Çünkü cesaret işiydi yazmak! Bu hayatın ve kâinatın, eşyanın ardındaki hakikatleri haykırmak, görünen âlemin ardındakileri yazmak için çok cesur ve çılgın olmak gerekiyordu. Aklı köleleştirenlere karşı meydan okumak gerekiyordu. Biz de çılgınlığı seçtik, ama bir farkla ki; biz “yazıyor(muş)” gibi yaptık! İşte asıl kendimizi aldatmamız, sahtekârlığımız da bu noktadan sonra başladı. Biz başkalarının aklıyla düşünürken ne kadar da huzurlu hissettik kendimizi. Bu huzur bizi âdeta sarhoş etti. Kendimize bahşedilen sahte bir istikbal için karakter haline getirdiğimiz ikiyüzlülüğümüzü mütevazılık addettik. İnsanların yüzüne sahte gülücükler atarken kendimizi saf ve ahlaklı biri farz ettik. İnsanların yüzüne çıkarları için gülerken, kendimizi çirkeflikten çok uzakta, iyilik meleği zannettik. Bizim iyi ve kötü olma zamanlarımızın öyle “eşref saatimize” denk gelmesiyle bir alakası da yoktu aslında. Biz her şeyi planladık. “Bağış günleri, darülâceze ziyaretleri, fakir fukaraya basın önünde erzak dağıtma haftaları, vergi rekortmeni genelevcilere ahlâklı ve örnek insan diye tapma günleri vs…” Az buçuk muhafazakâr bir kesime ait olan bazılarımız bu dünyada bir hiç olmadığımızı ispatlamak için daha çok kendi aklımızla düşünmeye çalışmaya çalıştık. Kalbimize şah damarımızdan daha yakın olanın varlığını her hissedişimizde, bulunduğumuz durumun içinden kaçış yolları aradık. Fakat bu hayatta edindiğimiz en büyük tecrübe de ne yazık ki hep başkalarının aklına güvenerek kendimizi aldatmaya devam etmekteki ısrarımız oldu. Gerçeklerin kör kurşunu gelip kalbimizden yakalamasın diye bizi, ne yapacağımızı bilemedik. Kalbimize bizden çok uzaktaki, ama şah damarımızdan yakın hissettiğimiz o ulviliği küçümsemeyi öğrettik. Bu dünya menfaatlerini, sonsuz bir hayatın eşiğinde görünmez kıldık. Bu hayatta edindiğimiz en büyük tecrübe, kendimizi aldatmadaki gösterdiğimiz o denenmiş ikiyüzlülüklerimiz oldu. Bizim kendimizi aldatmamızın bir sınırı yoktu. Biz “Komşusu aç yatarken tok uyuyan bizden değildir” hadisini her mecliste dillendirip, tok uyuyan komşumuza her gece lanetler yağdırdık. Bir hırka, bir lokma derken, fakirlikten aslında nefret edip, villalara gözümüzü diktik. Kendi kendimizi, kendi vicdanımızda aklayabilmek için bir takım ideolojilere bağlı olduğumuzu kabul etmeye çalıştık. Bıyığımızı alperenler gibi kıvırıp, her harlı ortamda ateşli yazılar yazdık. Kendimizi menfaat gözetmeyen duygular içinde olduğumuza inandırana, bıyıklarımızı yolana kadar yazdık, yazdık, yazdık! Oysa… oysa en çıkarsız duygularımızı dile getirirken bile biliyorduk ki, ne yapıyorsak, ne yazıyorsak hep kendimiz için yapıyorduk. İnsanların bizi daha çok sevmesi için. Kendimizi daha çok sevmemiz için… Kendimize duyduğumuz hayranlığı başkalarının da bize duyup pekiştirmesi için her hâlükârda pazarladık kendimizi. Çünkü önemsenmeyi çılgınlar gibi önemsedik! Oysa biz, kendini yaşatmak için kendi kendinin kanını ve ruhunu emen sülüklerden başka bir şey değildik. Biz, gözlerimizi maveradan dünya menfaatlerine dikmiş gözlerimizle ve yüreklerimizle nasıl anlayabilirdik ki nefsimizdeki bu hayran olunmaya duyduğumuz hastalıklı ihtiyacı. Toplumda güç sahibi olmak, önemli biri olmaya duyduğumuz açlık ruhumuzda yiv yiv derinleşti. Modaya uyup “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” sözünü her makalemize epigraf eyleyerek saklamaya çalıştık içimizin gerçekliğini. Toplumda duyduğumuz beğenilme, takdir, alkış ve doyumsuz ihtiraslarımıza karşı hissettiğimiz saplantılı arzularımızı başka ne ile elde edecektik ki? Bu sebeple hepimiz birer toplumsal sahtekârlığa soyunduk. Hepimiz sahtekâr olduğumuz için birbirimizi seviyormuşuz gibi gözüktük. Hepimiz birbirimize katlanmaya çalıştık. Bu dünya “al gülüm, ver gülüm dünyası” olduğu için biz de karşımızdakini pohpohlayıp hayran kurban olup, aynı şekilde bize mukabele etmesini bekledik. Bizler birbirimizi seviyormuşuz gibi yaptık. Bizler esasında birbirimize söylediğimiz yalanlarla birbirimizi yaşatmaya çalışarak hayat süren varlıklarız. Çünkü her birimiz güya ötekinin yamasını kapatmaya çalışırken, kefenimizdeki delikler gün geçtikçe büyüdü. Bize bu hayatta dayatılan sahte önemsenme ve meşhur olma duygusu yüzünden içimizde sahip olmadıklarımıza sahip olanlara karşı kinler büyüttük. Sonra... sonra bu ihtiras ve entrikalarımız da moda oldu. Kötüler, ahlaksızlar her yerde baş tacımız oldu. Kötüler başköşede, daha kıymetli oldu. Çünkü ahlaksızlık daha çekici geldi bize. Alanlar, çalanlar, vuranlar, aldatanlar daha çekici geldi. İyiliği ve iyileri her zaman yedek listelere, arka bahçelere, mahzenlere attık. Biz, birbirimizi kimi zaman güç durumlara sokup kimi zamana da dardan kurtardık. Aslında birbirimizi sevmemiz yalan olduğu gibi yardımlaşmamız da koca bir yalandı. Bizler duruma göre, kim kime gücü yetiyorsa, kimi durumda kurban, kimi durumda cellât kesildik. Hele birbirimize olan minnettarlıklarımız hiç bitmezken, hiç olmadık zamanlarda despotlar gibi tekmeledik. Dost meclislerinde toplandığımızda sevgi dostluk kelimeleri bir kelebek gibi uçuşurken dudaklarımızda, biz yine de birbirimize yalan söylemekten hiç bıkıp usanmadık. Kimimiz bu sevgi yolunda seyr-u süluk eylesek de, esasen bizim yolculuğumuz menfaatler ülkesine gidiyordu. Bu sebepledir ki bizler bu yolda çıkarlarımızın önünde bir köle, istemediklerimizin karşısında şeytan kesildik. Bütün bu saplantılı hastalığımıza rağmen eğer ruhumuzun ötesinde bir ruh ve kalbimizin ötesinde bir kalbimiz olup da birbirimize hissettiklerimizi bize söyleseydi, biz kurtuluş çizgisine biraz daha yaklaşacaktık. Biz, her ne kadar, hizmet, ideoloji, san’at, insanlık bilmem ne diye atıp tutsak da kalemizdeki asıl hedefi biliyorduk; “Güç, sermaye, önemsenme, lüks bir hayatın kalbine…” Bizler ki ne efendi ne köle olmayı hazmedebilmiş ne insan ne de şeytan olabilmeyi başarabilmiş ara varlıklarız! Biz, asıl şeytanların elinde, muşambadan bir çağın vitrinine dizilmiş kötü birer şeytan taklitleri olduk. Çünkü birbirimize yaptığımız kötülükler bile birer acziyet vesikası sıradan kötülüklerdi! Birbirimize yaptığımız kötülükler sadece önünde diz çöktüklerimizin işine yaradı. Birbirimize yaptığımız ve yapmayı düşündüğümüz kötülükler, biz o zavallı rollerimizin içinde kıvranıp dururken sadece kendimizi yıpratmaktan başka işe yaramadı. Küresel şeytanların kılıcındaki kötülük bizim zavallı kötülüklerimizi gölgede bırakınca umutsuzluğa düştük. Çağların bütün kötü zamanlarını içinde özetleyen bu zamanın avuçlarında yoğrulan ülkemizde biz iki şekilde hayatta kalmayı başaracaktık; Ya lüks içinde asilzade bir zengin, ya da yoksul bir dilenci. İki aradaki “onurlu ve dürüstleri” görmeyecektik. Bunu yapabilmemiz için de daha yırtıcı olmamız gerekliydi biz de olduk! Bizler kibarlıklarla süslenmiş yırtıcı birer kuş olduk. Bir akrep kadar zehirli, acımasız ama kültürle yoğrulmuş birer câni… Sürekli birilerini yok ettik, gücü gücü yetene vururken biz iyi yürekliliği oynayarak, vurması için nazikçe mazlumun kollarından tuttuk. Kim vurduya gidenleri gözden kaçırmakta da tam bir usta olduk. Hiç birimiz bu dünyadaki kötülük ve haksızlıklardan mes’ul olmadık! Katilleri çocukluklarında geçirdikleri travmalar yüzünden affedip yeni cinayetler için sokağa saldık. Hiçbir kötülüğü üzerimize almadığımız için sonunda şeytan da iflâs edip bu yerlerden terk-i diyar eyledi. O şimdi sinema afişlerinde ağzından salyalar akan aptal suratlı nostaljik varlık ya da sünnet ve balo salonlarında oyun çocuklarını kandırmaya uğraşan zavallı bir palyaço öğretisi olarak kaldı. Sonunda iyilik kötülüğe eşlendi, hayat ölüme. Böyle bir zamanda bizler vatanımızı bile daha az tanıyıp, daha az sevdik. Nasıl kendimizi aldatmayı başardıysak, nasıl birbirimizi sevmeyi “İYİ KALPLİLİĞİ” oynamayı başardıysak, günden güne vatanımızı da o kadar az, o kadar eksik sevmeye başladık. Biz! "Müzelik Şiir'in" insanları... Saliha MALHUN