Рет қаралды 34
Uçanları vurmasınlar adlı bir çalışma.
Esinlenilme yerleri:
Hatırlamıyorum.
Arkadaki müzik:
• Remember me (Lullaby f...
metin:
Bir sabah uyandım ve uçuyordum. Evet uçuyordum ya. Uçabiliyordum diyemiyorum çünkü uçmaktan başka bir şey yapamıyordum. Resmen uçmaya şartlanmıştım. Başta bu durumu eşe dosta haber veriyim dedim ama sonra bunun aslında müthiş bir fırsat olabileceğini fark ettim. O hep istediğim kimseye haber vermeden s*kt*r*p olup gidebilme hayalimi gerçekleştirebilirdim. Sonunda uçak bileti derdiyle uğraşmadan istediğim ülkeye gidebilirdim. Camımı açtım ve kaçtım. Artık özgür bir adamdım. İstediğim noktada havada durup aşağıda olanları izleyebilirdim. Kimseye hesap vermek zorunda değildim. Hatta tam olarak böyle yaptım. Ara ara durdum ve düşündüm, ne hissediyorum. Ve vardığım birkaç sonuç şöyleydi. Havada durmak hiçbir şeye benzemiyordu. Daha önceden böyle bir şey deneyimlediğimi hatırlamıyorum. İyi veya kötü olarak hissedilebilecek bir şey değildi, yeni bir histi bu. Mor ötesi ışığı bir renk olarak görmek gibi. Görmeden nasıl gözükeceğini hayal edemezsiniz. Tam olarak anlatamıyorum işte. Ama zamanla alıştım. Arılar nasıl mor ötesini ötekileştirmiyorsa ben de bu hissi ötekileştirmekten vazgeçtim. Bir diğer his korkuydu. Düşme korkusu. Bu özelliği nasıl kazandığımı bilmiyordum. Yani ne zaman kaybedeceğimi de bilmiyordum. Her an bir düşme korkusu üzerine yaşıyordum aslında. Hani gondola binersiniz en tepeden en aşağı inerken böyle karnınızda bir garip his oluşur ya. Tam olarak öyle bir histi. Arada gıdıklanıyordum işte. Ama buna da alıştım. O hissi de kaybettim zamanla. Hatta bu korku hissi zamanla bir isteğe dönüştü. Yere yığılıp yerçekimini hissetmeyi diledim. Kimseler yoktu burada. Yalnızdım. Çok sıkılmıştım. Yerçekimini özlemiştim. Beni Dünya’ya bağlayan o tek bağ da kopmuştu artık. Hiçbir yere ait değildim. Hiçbir kütle çekimi etkisi altında değildim. 1600lerde bir elma olsam Newton yer çekimini bulamazdı. Sadece ben vardım. Giderek aptallaştığımın da farkına varmaya başlamıştım. Bu farkındalığa erdiğim noktada kendimi saldım. Dünyada beni tek etkileyebilecek olan o kuvvete kendimi saldım: Rüzgâra. Rüzgâr estikçe hareket ettim. Hareket ettikçe kendimi kaybettim. Vardığım nokta hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim ama güzel hissettirdi. Resmen havadaki bir nehrin akıntısına kendimi kaptırmış hareket ediyordum, düşünmüyordum. Sadece hissediyordum. Zamanla beynim küçüldü. Kullanmıyordum çünkü. Bilincimi de kaybediyordum. Onu da kullanmıyordum çünkü. Sadece hislerim vardı. Bir bitkiye dönüşüyordum. Ama iyi hissediyordum. Dedikleri doğruymuş. Kazandığım cehalet bana mutluluk getiriyordu. Artık hislerimi anlamlandıramayacak noktaya gelmiştim. Ben artık yoktum. Hiçbir bilinç veya beyin aktivitem yoktu. Cesedim öylece nehirde sürükleniyordu. Belki hala güzel hissettiriyordu ama benim bunu anlayacak bir zekâ kapasitem artık yoktu. Beynimdeki son 10 nöron bir geri sayım yaparcasına tek tek kapandılar. Kalbim bu durumdan habersizdi. O hala beyne oksijen yetiştirme derdindeydi. Keşke ona söyleyebilseydim. Ama azmini sevmiştim. Entropiye karşı açtığı bu savaştaki gayretini beğenmiştim. Dokunmadım. Sonra bir an durdum. Bir an durdum ve farkında vardım. Düşünmedim ama bir şeyin farkına vardım. Belki de düşlediğim yere yığılma buydu. Belki de yerde öylece yatma hissi böyle bir şeydi. Belki de tam da düşlediğim gibi bir sonum olmuştu. Beklediğim şey aslında kalbimin durması değilmiş de beynimin durmasıymış. Bağırsağımdaki son peristaltik hareketlerin bir ürünüydüm artık. Yakında son bulacaktım. Aslında çoktan son bulmuştum da bu hikâyeye yazılması gereken bir son vardı. O da şöyleydi: Bir akşam üstü gözlerimi kapamıştım. Rüyaya dalmıştım. Uçtuğumu gördüğüm bir rüyaya.
#mahmutuyudunmu #mahmutaskerkaçağıolabilirmi #alparslanyarınsekizdeuyansın