Рет қаралды 3,837
190 Mektubat Mecmuası el-Hutbetü'ş-Şâmiye Tercümesi, Sayfa 433, 434, 435 (Mektubat Mecmuası Osmanlıca Orijinal Nüsha, Hayrat Neşriyat)
Elcevab: Deriz ki:
Kur’ân-ı Hakîm’in sırr-ı i‘câzıyla hakîkî bir tefsîri olan Risâle-i Nûr, bu dünyada bir ma‘nevî cehennemi dalâlette gösterdiği gibi; îmânda dahi bu dünyada ma‘nevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenâlıkların ve haram lezzetlerin içinde ma‘nevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakāik-i şerîatın amelinde, cennet lezâizi gibi ma‘nevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenlerini o cihetle aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünki bu zamanda “iki dehşetli hâl” var.
Birincisi: Âkıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercîh eden hissiyât-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi, aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlûb etmektir. يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi ni‘metlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercîh etmek, ehl-i îmân iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi‘ olmak tehlikesinden kurtarmanın çâre-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risâle-i Nûr o meslekten gidiyor. Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen tiryâkîliğin inâdı karşısında, Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra; ve cehennemin vücûdunu isbat ile ve onun azabı ile insanları fenâlıktan, seyyiâttan vazgeçirmek, ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hakk Gafuru’r-Rahîm’dir. Hem cehennem pek uzaktır” der. Sefâhetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyâtına mağlûb olur.
SAYFA 434
İşte Risâle-i Nûr’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi, o menhûs, gayr-i meşrû‘ lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler’deki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’ndaki uzun muvâzene, en sefîh ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabûl ettiriyor. Meselâ:
Âyet-i Nûr’daki seyâhat-i hayâliye ile hakîkat olarak gördüğü vaz‘iyetleri, gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsîlâtını isteyen Sikke-i Gaybiye’nin âhirindeki 243’ten 245’inci sahîfeye kadar baksın. Ezcümle, o seyâhat-i hayâliyede rızka muhtaç hayvanât âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım. Hadsiz ihtiyâcât ve şiddetli açlıklarıyla beraber, zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryâd eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye ve îmânın dürbünü ile gördüm. Rahmân ismi Rezzâk burcunda, parlak bir güneş gibi tulû‘ etti. O aç, bîçâre zîhayat âlemini rahmet ışığı ile yaldızladı.
Sonra hayvanât âlemi içinde yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalâletin nazarıyla baktığıma, “Eyvâh!” dedim. Birden îmân bana bir gözlük verdi. Gördüm ki, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû‘ etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki, şekvâ ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.
Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin dürbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden feryâd ettim. “Eyvâh!” dedim. Çünki insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinâtı ihâta eden tasavvurât ve efkârları ve ebedî bekā ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri ve fıtrî isti‘dâdları ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri ve hadsiz maksadlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber, hücumlarına ma‘rûz kaldıkları hadsiz musibet
SAYFA 435
ve a‘dâlarıyla beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında gayet dağdağalı bir hayat yaşamak için gayet perişan bir maîşet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müdhiş hâlet olan mütemâdî zevâl ve firâk belâsını çekmek içinde, ehl-i gaflet için zulümât-ı ebedî kapısı sûretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve tâife tâife o zulümât kuyusuna atılıyorlar. İşte, bu insan âlemini bu zulümât içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât ve vücûdum feryâd ile ağlamaya hazırken, birden Kur’ân’dan gelen nûr ve kuvvet-i îmân, o dalâlet gözlüğünü kırdı. Kafama bir göz verdi, gördüm ki.....Zerrât-ı kâinât adedince اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki, îmânda ma‘nevî bir cennet ve dalâlette ma‘nevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.