Рет қаралды 2,088
İşte biz, Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’ın birinci vaz‘iyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaz‘iyetteyiz. Gecemiz, istikbâldir. İstikbâlimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlıklı ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdân küre-i zemînimizdir ki; bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz ise, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hût, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu, yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz, yüz milyonlar senelik hayatımızın mahvına çalışıyor.
Madem hakîkî vaz‘iyetimiz budur; biz de Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’a iktidâ edip, umum esbâbdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya müsebbibü’l-esbâb olan Rabbimize ilticâ ederek, لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ demeliyiz. Ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifâk eden istikbâl ve dünya ve hevâ-yı nefsimizin zararlarını def‘ edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbâl taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz, taht-ı idâresindedir.
Acaba Hâlik-ı Semâvât ve Arz’dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek; ve bizim için istikbâli, âhiretin îcâdıyla ışıklandıracak; ve bizi dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak. Hâşâ! Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izin ve irâdesi olmadan imdâd edemez ve halâskâr olamaz.
Madem hakîkat-i hâl böyledir. Nasıl ki, Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’a o münâcâtın neticesinde hût, bir merkûb ve tahtelbahir; ve deniz, bir güzel hoş sahrâ; ve gece, mehtâblı bir latîf sûret aldı. Biz dahi o münâcâtın sırrıyla
SAYFA 3
لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ demeliyiz. لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ cümlesiyle istikbâlimize, سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. Tâ ki, nûr-u îmân ile ve Kur’ân’ın mehtâbıyla istikbâlimiz tenevvüretsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb etsin. Ve mütemâdiyen mevt ve hayatın değişmesiyle, senelerin ve karınların emvâcı üstüne hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimiz dahi, Kur’ân-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefîne-i ma‘neviye hükmüne geçen hakîkat-i İslâmiyet içine girsin; ve selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sâhil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazîfesi bitsin.
Ve o denizin fırtınaları ve zelzeleleri sinema perdeleri gibi, tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân’la ve o terbiye-i Furkāniye ile; nefsimiz, bize binmeyecek bir merkûbumuz olsun; bizi nefsimize bindirip, hayat-ı ebediyemizi kazanmaya kuvvetli bir vâsıtamız olsun.
Elhâsıl: Madem insan, mâhiyetinin câmiiyeti i‘tibâriyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzelesinden ve ihtizâzâtından ve kâinâtın kıyâmet hengâmındaki zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Hem nasıl ki hurdebînî bir mikroptan korkan, ecrâm-ı ulviyeden zuhûr eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hânesini sever, öyle de koca dünyayı da sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî cenneti dahi müştâkāne sever. Elbette böyle bir insanın Ma‘bûdu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksûdu öyle bir zât olabilir ki; umum kâinât onun kabza-i tasarrufunda; ve zerrât ve seyyârât dahi onun taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan, dâimâ Yunusvâri (as) لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ demeye muhtaçtır.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ